Üçüncü dünyanın hemen tüm kadınları
için; yiyecek, giyecek, barınma, öğrenim ve sağlık gibi gereksinimler, yaşamın
olağan olaylarını değil de “yaşama savaşı” bölümünü oluşturur. Üçüncü dünyanın
bu kadınları hele bir de çöl ya da çölümsü yerlerde yaşıyorlarsa; bu
savaşım(mücadele) iki katına çıktı demektir.
Bugün, seksen milyonu aşkın bir
topluluk, çöller bölgesinin verimsiz yörelerinde yaşamını sürdürmek için savaş
vermektedir. Doğaya karşı verilen bu savaşın odağında ise çöl kadınları vardır.
Ozanın “...Kadın mı / hamur yoğurmalı / çocuk doğurmalı...” dediği gibi;
hem çocuk doğurur, hem de bolca hamur yoğururlar onları beslemeye. Ve
yoksulluğa, umarsızlığa karşı verilen savaşın bir başka yanı da; güzelliğe
karşı verilir çölde. Çünkü; çöllerin doğal güzelliği olan bu kadınlar, çöldeki
doğa güzellikleriyle de yarışma zorundadırlar,
varoluşlarını kanıtlamak için.
Gelişmiş ülkelerin büyük kentlerinde
meslekler vardır kadınlar için, adlarının sayılması bile birbirinden güzel.
Doktorluk yapar kadınlar, öğretmenlik, mühendislik, avukatlık, yargıçlık da
yaparlar oralarda. Güzellik salonları işleten de onlardır, güzellik salonlarına
gidenler de. Bu kadınlar için odun kesme derdi de yoktur, kilometrelerce
uzaklardan su bulma derdi de... Ömür biter yol bitmez diyerek, bir tutam çalı
çırpı için domur domur terleriyle kumları benekleyen çöl
kadınları çöllerde yaşama savaşı verirken; gelişmiş ülkelerin varsıl kadınları,
bilmem ne marka dudak boyasının renklerini denerler el üstlerinde. Ne ki; çöl
kadınlarının kazandığı yaşam savaşı, boyanıp süslenmekten daha kutsaldır her
zaman.
Çöller, Kuzey Amerika’daki Ölüm
Vadisi’nden, Afrika’daki Büyük Sahra’ya; ya da Çin ve Rusya’da uzanan Gobi Çölü’ne
kadar dünyayı etkisi altına almıştır bugün. Akdeniz yöresinin kültür
kalıntıları, çölün buralara dek yayılmış olduğunu da
göstermektedir. Nitekim bugün dünyanın yüzde kırk üçü çöl ya da çölümsü
durumdadır.
Çölümsü durumda olma, çöl koşullarının
yavaş yavaş oluşumu demektir. Toprak aşınma ve taşınması, yakacak yokluğu ve
besinsizlik, bunun en belirgin göstergeleridir. Kuraklık, susuzluk ve bir tutam
çalı çırpı için çevreye zarar verilmesi çölleşmenin belirtileridir. Bu zarar
verişin boyutları kimi zaman çok genişlemekte, bitki örtüsü tümüyle ortadan
kaldırılarak çölleşmenin tohumları atılmaktadır.Oysa; bitki örtüsü olmadan ,
tarımdan da hayvancılıktan da söz edilemez. Buna karşın bugün, yine ağaçlar
devrilmekte, yine tarım alanları açılmakta, barınmak ve ısınmak için doğa yumak
yumak kemirilmektedir. Sonucun korkunçluğu, sık sık yinelenen radyo ve
televizyon haberlerinden topluma yansıtılmaktadır: Seller, aşınan ve
taşınan topraklar, her üç saniyede bir açlıktan ölen bir kişi. Kuşkusuz, zaman
durmadığına göre, her üç saniyede bir ölenlerin de ardı arası kesilmemektedir.
Doğanın kendi yasaları içinde çölleşme
olgusundan belki kaçınılamaz; ama, çölleşme denetlenebilir. Ve
bu denetimde de en büyük görev – her şeyde olduğu gibi- yine çöl kadınlarına
düşmektedir. Ev yönetiminin yanı sıra kocasıyla omuz omuza verip; su yollarını
açmayı, bitki örtüsünün sürekliliğini sağlamayı, akarsuların getirdiği
taşıntıları suyollarından atmayı kolaylıkla
başarabilir çöl kadınları...
Çölleşmeye karşı koymanın başta gelen
eylemi, hayvan sayısını azaltarak aşırı otlatmayı önlemek; yani nicelikten çok
niteliğe önem vermektir. Bu önlemler alınmazsa; 1960 sonlarıyla 70’ler
başındaki
korkunç kuraklık her zaman yinelenebilir ve
önceden bizim yapamadığımız hayvan sayısını azaltma işlemini, doğa dediğimiz o
büyük matematikçi kendi dengelemesi içinde gerçekleştirebilir. Ve bu
dengelemenin sonucunda da bizlere; susuzluktan
değil ama açlıktan ölen milyonlarca hayvanın
kurumuş iskeleti kalır.
Çöl, geçmişte yapılan yanlışlıkları,
düşülen yanılgıları kolay unutmaz ve kolay bağışlamaz. Bitkisel ve hayvansal
ölümlerden ders almayanları; yani insanları ve giderek çocukları bile
acımasızca öldürür. Bu acınası görüntü karşısında da, geriye kalanlarda çözüntü
başlar. Yiten hayvanları, solan ürünleri arkada bırakan bu sağlıksız
kalabalıklar, büyük kentlerin gecekondularını doldurmaya başlarlar.
Çöl topluluğunun önde gelen en önemli
parçası “Kadın”dır. Çünkü çöl koşullarının tüm
etkinliği kadındadır. Ormansızlaşmayı önleyebilecek olan da kadındır, yakacak
odun yerine güneş enerjisinden yararlanabilecek olan da... Çağdaş yöntemlerle
sulamayı yapacak da odur, çevre yeşillenmesine katkıda bulunacak da...
Ormansızlaşmayı önlerken, toprak koruma önlemleri alırken, omuz omuza
verecektir kocasıyla.
Doğayla savaşımda eşleriyle birliktelik
simgesi olan kadınlar, kadınsı eylemleriyle de etkileyebilirler kocalarını.
Çölün yeşilliğe dönüşeceği, akarsuların düzenle akacağı, olgun meyvelerin
insanca paylaşılacağı günleri, eşlerinin kulağına ancak çöl kadınları
fısıldayabilir ıssız çöl gecelerinde. Hem de kadınca...
Ek: Yukarıdaki yazının aslı “Desertification Control”dergisinin
Mayıs 1981 sayısındadır. İngilizce olan yazıyı aslının havasına uygun olarak
Türkçeleştirip 1985’te yayımlamıştım. Aradan geçen yıllar daha da karamsarlığa
sürüklüyor bizi. Dünyamız çöl olmasın diyerek eski uyarıları bir kez daha
anımsayalım... (Y.Anıl).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder